Koltuk...


Oturduğu yerde gerindi... Elini ahşap masasının üzerinde duran büyük kristal bardağa uzattı... Onun için özel olarak hazırlanmış kıpkırmızı renkli hafif ekşimsi gilaburu suyunu bir dikişte içmeye çalıştıysa da olmadı ancak koskoca bardağı üç sefer başına dikerek bitirdi... Böyle zamanlarda içinden hep geçirdiği gibi “iyi ki” dedi kendi kendine “iyi ki ben buranın başıyım... Evde olsa karımın bana yapmayacağı hizmeti bak altımda çalışan yüz kişi nasıl da yapıyor. Bir düğmeye basıyorum kırmızı su geliyor, bir başka sefer bastığımda yeşil su geliyor... İyi ki başıyım buranın... Zaten anam da hep ne derdi... Soğan bile olsan başı  ol “ ... 



Yutkundu... Biraz hızlı mı içmişti. Sanki boğazına bir yumrucuk oturdu... Öksürdü... Aksırdı... Boğularak ölmekten korktu bir an... Başına gelen her şeyi abartan bu adam şimdi de çok hızlı içtiği meyve suyu yüzünden öleceğinden korkmaya başladı... “Ah” dedi “Ölmek de çok kötü olur şimdi bu arabaları, evleri, imkanları götüremem ya o yana...” O sırada öksürdüğünü duyan garsonu elinde bir bardak suyla girdi içeri... “Ne var oğlum” dedi... “Öksürdüğünüzü duydum da rahatlatır sizi.  Su getirdim” diye cevapladı genç adam, biraz mahcup baktı yaşlı adama... 

Ona dair düşündüklerini anlatabilmenin sözcüklerde bir karşılığı var mı acaba diye düşündü kısa bir an... 

Suya uzandı eli, bir eliyle bardağı kavradı  diğer eliyle garsonuna çıkması için işaret etti... Yine kendisi ile başbaşa kaldı. “Ah anacığım bak oğlun nerelere geldi? Hık desem su geliyor. Gak desem çay kahve. Yemekler  paşa gönlüme göre pişiyor. Ne istesem yapan onlarca personelim var... Tüm ülkede emrime amade adamlarım var. Yaşayaydın da göreydin. Oğlun soğanın değil soğancıların başı oldu...”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Her ayrılık bir "Veda"yı hak eder...

Kalplerin Kraliçesi Babaanne oldu... (Bölüm 6)