Yeniden buradayım... Ama artık önce hikayelerimle...

NAZLI ÇİÇEKLER DİYARINA DÖNÜŞ


 

Yanı başındaki komodinin üstünde duran kadranında tavuk ve civcivlerin yemlendiği kurmalı çalar saati tam 05:55’i gösteriyordu. Yine alarm çalmadan uyanmıştı. O zaten hep böyleydi alarm kurduğu günler alarmdan önce uyanır bir türlü saatin görevini yapmasını beklemezdi. Bu kez de 5 dakika kala uyanmıştı işte… Yatağın içinde doğruldu, alarmı kapattı. Camdan dışarı baktı. Hava hala karanlıktı. Ankara’nın kışı böyleydi. Sabah olmak bilmez, akşam ise hemen çökerdi. Sabah ayazı insanı dondurur, yatağın sıcağını insan asla terk etmek istemezdi. Ama bugün başkaydı, sıcacık yatağından ilk kez bu kadar hevesle kalktı. Yıllar sonra yapacağı bu yolculuğun heyecanı sarmıştı ruhunu. Mutlu muydu, yoksa tedirgin miydi emin değildi. Tek bildiği 13 yıl sonra çıkacağı bu yolculukta artık bambaşka bir Deniz vardı.


Valizini toparladı. İçine kız kardeşleri için aldığı hediyeleri yerleştirdi. Gülümseyerek kız kardeşleri ile kavuşacağı anı düşündü. Onlar da Deniz gibi değişmişlerdi elbet, peki ya gözlerindeki hüzün? Kardeşlerini son gördüğünde gözlerine yerleşmiş hüznün bu kadar yıl sonra silinip gitmiş olmasını ve o ela-yeşil gözlerinin mutlulukla ışıldamasını diledi.

Çaydanlığı ateşe koydu. Çay paketini açıp, demliğe göz kararı biraz çay koydu. Duşa girdi. O duşunu alana kadar çayın suyu kaynardı. Günlük rutiniydi bu onun. Çocukluğundan alışmıştı. Annesi her sabah onlara özenle kahvaltı hazırlardı çünkü okula kahvaltı yapmadan giderse zihninin açık olmayacağını, sabah kahvaltısının insanın mazotu olduğunu söylerdi. Aç başlanan bir gün, su verilmeyen bir tarla gibi verimsiz olurdu. Sonra da hayatı boyunca kahvaltısız başlamadı hiçbir güne… 

Suyu açtı. Nimetti su onun için, kazanlı su ısıtıcısında mutlaka sıcak suyu olurdu. Çünkü ne zaman rahatlamak istese duşa girer ve kendine gelirdi. Kahvaltı mazotsa, duş aldığı nefesti onun için. Ama bugün acelesi vardı. Uzun uzun keyif yapamayacaktı suyun altında. Hemen saçını sabunlayıp duruladı. Çıktı duştan, kahverengi çizgili bornozunu giydi. Mutfağa gitti. Kaynayan sudan demliğe koydu, musluktan biraz daha çaydanlığın altına su koydu. Odasına geçti ve üstünü giyinmeye başladı. Ankara soğuktu ama Hakkâri çok daha fazla soğuk olur diye düşündü. İçliğini geçirdi üstüne. Çok fazla kıyafeti yoktu zaten. Öğrenciliği henüz bitmiş bir pratisyen hekimdi. Aldığı ilk maaşın büyük bir bölümünü kız kardeşine takacağı altına ayırmıştı. 

Aişe anası geldi aklına. Neyi varsa aslında onun sayesindeydi. Bu ev ondan kalmıştı. Okulu onun sayesinde okuduğundan mesleğini de yine o iyi yürekli kadına borçluydu. Ama Deniz’in hekimliği yetişmemişti Aişe anasının hastalığına ve üç yıl önce kaybetmişti hayatta sahip olduğu ikinci annesini. Ne kadar özlüyordu, bu koca evde onsuz bir hayata alışmak ne zor olmuştu. Hala canı sıkkın olduğu zamanlarda Aişe anasının odasının kapısını açıyor ama sonra yalnızlığı bir kez daha tokat gibi yüzüne vuruyordu. Onun gülen yüzüyle “Deniz evladım kahvaltı hazır.” demesinin özlemiyle ekmek kutusundan ekmeği çıkarttı, buzdolabından biraz peynir, domates, biber ve salatalık çıkardı. Sebzeleri yıkadı, peynirle birlikte hepsini dilimledi. Çay demlenmişti. Kahvaltısını yaptı. Ortalığı toparladı, bulaşıkları yıkadı ve bulaşık teline yerleştirdi. Artık hazırdı. Evi son bir kez kontrol edip, çıktı. Kapıyı kilitledi. 
Ankara’da hava aydınlanmış, hayat akmaya başlamıştı. Esenboğa Havaalanına gitmek için otobüs durağına doğru yürüdü. Oturduğu Kurtuluş’tan Kızılay’a gidecek oradan da havaalanına gideceği otobüse binecekti. Valizi küçüktü taşıması rahattı. Ama hava öyle soğuktu ki yürümek çok da kolay değildi. Birkaç gün önce yağan kar, Ankara’nın ayazıyla buza çekmişti. Hakkari’nin soğuğunun yanında bu nedir ki diye düşündü ama geçen 13 yılda o da unutmuştu karlı Sümbül dağından gelen soğuğu. 

Sabah saati olduğundan otobüste çok sıra vardı. Ama Deniz binebilmişti. Ayakta duruyordu. Heyecanı yerini uçağa yetişme telaşına bırakmıştı. Yol uzadıkça uzadı. Ama sonunda otobüs Kızılay’a varınca Deniz hala planladığı saatten çok da geç kalmamıştı. Buzlu Ankara sokaklarında mümkün olduğunca hızlı adımlarla havaalanına doğru kalkan otobüslerin durduğu durağa gelmişti. Çok beklemedi ve gelen ilk otobüse bindi. Yolculuk şimdi başlıyordu. Yıllar evvel geldiği o yolu bu kez geri dönüyordu.

Yine bir kış günüydü yolculuğu başladığında. Ama elinde ne bir valiz vardı ne de böyle bir heyecanı. Çok büyük bir öfke vardı kalbinde. Annesini yitirmiş bir çocuğun, annesinin hatırasına ihanet eden babasına olan öfkesi içinde büyümüş, büyümüş Sümbül dağı gibi yükselivermişti ruhunda. Sığmamıştı içine taşmıştı ve o da kapıyı çekip çıkıvermişti. Üstünde bir çift kıyafet, bir palto, ayağında bir çift ayakkabıyla nereye gideceğini bilememişti ilk başta. Sonra vurmuştu kendini yola. Doğduğu günden itibaren hep ardında ne var diye merak ettiği, orayı aştığında denize, başkente, İstanbul’a varılabildiğini hayal ettiği dağların ardına gitmekti tek hedefi. Yürüdü yürüdü… O yürüdükçe yollar uzadı, Deniz küçüldü… Ama geri dönmeyecekti. Kaşları hep çatık duran, sert bakışlarıyla insanı adeta döven babasının kapkara gözlerinden çıkan öfkenin gücü ruhunda ve vurduğu tokatın ateş gibi yakan acısı hala yüzündeydi. 

Annesinin yerine gelecek o kızıl saçlı, yeşil gözlü, çilli suratlı kadın, adı gibi onda kaçmak, gitmek isteği uyandırmıştı. Revin… Babasından önce evlendiği kocası çocuğu olmuyor diye onu baba evine geri getirdiğinde tüm mahalle onun kısır olduğunu öğrenmişti. Herkes için bu bir kusurken babası Revin’in kısır olmasına adeta sevinmiş ve çok vakit kaybetmeden kızın babasıyla konuşmuş, hızlıca imam nikahını kıymış, onu evlerine getirmişti. Çocuklara “Bundan sonra Revin’e ana diyeceksiniz” dediğinde Deniz “Ben bu kadına ana demem. Benim anam belli. Onu toprağın altına koyduk diye unuttuk sanma” diye babasına bağırınca kapkara bir öfkeyi gördü babasının gözlerinde ve o kapkara öfkeden çıkan bir tokat suratına yapıştığında, artık kıpkırmızı bir ateş ve babasının iri elinin izi vardı yüzünde. Bir şey diyemedi Deniz, tüm sözleri, öfkesiyle, hayal kırıklığıyla birlikte boğazına düğüm oldu. Yanağından daha çok içi yanıyordu. Kız kardeşleri babalarının Deniz’e yaptığını görünce korkmuş, sinmiş hiçbir şey söyleyememiş, bir şey yapamamış gözlerine derin bir hüzün yerleşmişti. Babalarını daha fazla öfkelendirmemek için Revin’in elini öpmüşlerdi, ama ağızlarını açıp da ana diyemediler… O an ne babaları ne kızlar Deniz’in evden çıktığını görmemişlerdi. Onun evden çıkışını tek gören, kıstığı yeşil gözlerinin ardında ne hissettiği tam da anlaşılamayan Revin’di… Deniz’in de 11 yıl yuva diye bildiği evden ayrılırken göz göze geldiği son kişi oydu…

Bunları düşünürken uçak Esenboğa’ya gelmişti bile. Deniz hızlıca indi otobüsten. Uçağa binmek için gerekli işlemleri yaptırdı, kontrollerden geçti, biniş kartını aldı ve uçağı beklemek için kapıya gitti. Yanına aldığı kitabı okumak istedi ama ne kitabı okumaya başlayabilmişti ne de düşüncelerini toparlayabilmişti. Etrafındaki insanları izlemeye başladı. Van uçağının yolcularından kim bilir kaçı Hakkari’ye gidiyordu?  Tanıdığı hiç kimse yoktu. Daha doğrusu 13 yıl öncesinden anımsayabildiği kimse uçağı bekleyenler arasında yoktu. Bir an kendisini çok yalnız hissetti. Keşke Aişe anası yanında olsaydı. Şimdi onunla yine tüm sıcaklığıyla sohbet eder, yumuşak sesiyle onu ne güzel rahatlatırdı. “Evladım” diyen sesi yankılandı kulaklarında. Aslında Aişe anasının da Revin gibi hiç çocuğu olmamış, olamamıştı. Ama Revin’in dünyaya öfke ile bakan gözlerine inat onun gözlerinde şefkat vardı. Uçağın anons edilmesiyle, uçağa doğru yol alan ve cam kenarındaki koltuğuna geçen Deniz sabah erken kalkmanın verdiği yorgunlukla mı yoksa 13 yıl öncesinin anılarından mı başını cama yasladığı anda daldığı düşüncelerle yıllar öncesine geri döndü…

11 yaşındaki Deniz, öfkesinin gücünü adeta bacaklarına aktarmış, yürüdüğü yolu, aldığı mesafeyi unutmuştu ta ki Devrimci Gençlik Köprüsü’ne gelene kadar. Köprüyü gördüğünde şaşkınlıkla bakmıştı. Adını hep duyduğu bu köprüyü de Zap Vadisini de coşkun akan Zap suyunu da hayatında ilk kez görüyordu. Ama bu köprüyü tüm Hakkarililer iyi bilirdi. İstanbul’a yapılacak Boğaz Köprüsünü Protesto eden gençler şehre geldiklerinde tüm şehri saran heyecanın hikayesi, yıllar içinde de hiç unutulmamıştı. Mehmet bu hikâyeyi annesi Zergül’ün hayatta olduğu günlerde neşe ile anlatmıştı çocuklarına. O gün öğrenmişti Deniz adının anlamını. O köprünün yapımına yardım edenlerden biri de babasıydı. Köprüyü yapmaya gelenlerden babası gibi uzun boylu, esmer, yağız bir delikanlı olan Deniz ile babası sohbet de etmiş, Deniz ona, Zap suyuna kapılıp giden hayatların kurtulması için Boğaz’a köprü yapmaktansa Zap’a köprü yapılması gerektiğini düşündüklerini söylemişti. Babası çok etkilendiği bu delikanlıyı hiç unutmamış ve bir gün oğlu olursa bu delikanlı gibi güçlü, dik başlı, kendine güvenli olsun ve herkesin hakkını savunsun istediğinden adını Deniz koymayı aklına yerleştirmişti. Babasının o delikanlının asıldığı haberini aldığında yaşadığı üzüntüyü hatırlayınca Deniz’in de yüreğinde bir yerler titredi. 

Deniz adının geldiği köprüyü hemen tanıdı. Öyle ya Zap’ın üstünde başka köprü yoktu ki. Buraya kadar nasıl yürüdüğüne şaşırdığından mı, geri dönemeyeceği ama ileriye gitse nereye gideceğini bilemediğinden mi şaşkınlıkla yolun ortasında kala kaldan Deniz, yanına yanaşan minibüsün durmasıyla kendine geldi. İçeriden seslenen şoföre “Van’a gidiyorum” dediğinde artık Hakkari’nin babasının anlattığı köprü hikayesi gibi uzak bir anı olacağını hissetti. Nerede başlamıştı ailesinin hikayesi, nerede bitiyordu?

Ablası Zeze’yi düşündü. O ne hissetmişti acaba annesi öldüğünde. Gerçi ablası annesini hiç tanımamıştı. Ablası Zeze’nin annesi Nalin hakkında bildikleri babaannelerinin anlattıklarından ibaretti. Ablası gibi uzun, ablası gibi zayıf ve ablası gibi esmer bir kadındı Nalin. Adı gibi kaderine de inlemek yazılmıştı kadının. Zeze’yi doğurmuş ama geçirdiği ağır kanamayla inleye inleye hayata veda etmişti. Tek sayıkladığı evladının adıydı. Zeze demişti. O Zeze deyince babası da çocuğa başka bir isim koyamamıştı. Mehmet henüz 17 yaşındaki bir delikanlıydı, küçücük bir çocuğa nasıl bakacaktı? O nedenle hemen etraftan bir kızla evlenmek istemiş güzelliği dillere destan güllerin en güzeli, kalplerin en altınına sahip Zergül ile evlenmişti. Zergül ,Mehmet’in çocukluk arkadaşıydı. Bu beyaz tenli, koyu saçlı elası yeşile çalan güzel gözlü kız oldu bitti kendisinden üç yaş büyük Mehmet’in yağızlığına hayrandı. O Nalin ile evlendiğinde kalbi paramparça olmuştu. Ama şimdi Nalin artık hayatta değildi. Zergül Mehmet’in karşısına dikildi. “Ben” dedi “Senin çocuğuna bakar, sana çocuk doğururum.” Karısının ölümüne üzülen, çocuğu için endişelenen Mehmet mahallenin en güzel kızının onun karşısına böyle dikilmesinden de etkilenmiş ve Zergül’ü babasından istemişti. Ailelerin geçmişe dayanan dostluğu da bu evliliğin gerçekleşmesini sağlamıştı. Böylece henüz 15 yaşındaki Zergül, önce Zeze’ye sonra da henüz evliliğinin birinci yılı dolmadan doğurduğu oğlu Deniz’e annelik etmeye başlamıştı. Derken iki yıl sonra Asmin dünyaya gelince evlerine bir kız çocuğuyla daha neşe gelmişti. Babaları kız kardeşine Hakkari’nin dağ çiçeklerinin adını koymuştu. İki yıl sonra da tam kardelen zamanı dünyaya Berfin merhaba demiş, böylece üç kızları ve bir oğulları ile aile tamamlanmıştı. 

Önce Zeze okula başlamış, herkes Mehmet’in kızını okula göndermesine şaşırmıştı. Ama Mehmet, Zergül ve kendisinin yapamadığı her şeyi çocuklarının yapmasını istiyordu. Kızları en azından ilkokulu bitirip okuma-yazma öğrenmeli diye düşünen Mehmet, Deniz’e ayrı bir önem veriyor, ona kitaplar alıyor, bu kitapları okuması sonra da kendisine anlatması için özellikle tembihliyordu. Deniz okuduğu kitapları babasına anlatıyor, onun kendisini merakla dinlemesinden mutluluk duyuyordu. 

Hayat olağan akışında sürerken bir gün annelerinin tüm neşesi kaçtı. O güzel yüzü gülmez oldu. Her şeyi görev gibi yerine getiriyor, çocuklarının başını okşarken üzüntüsü, kaygısı parmaklarının ucundan akıveriyordu. Deniz bir gün annesiyle babasının tartıştığını duydu. “Olmaz” diyordu annesi, “Bakamayacağız. İşten çıktın. Yeni işi kim bilir ne zaman bulacaksın.” Deniz anlam verememişti bu konuşmaya. Babası işten mi çıkmıştı? 

Karlı bir kış günü, çocuklar arkadaşlarıyla oynamaktan yorgun argın eve döndüklerinde annelerini kanlar içinde yerde buldular. Anlayamamışlardı. Anneleri onlara cevap vermiyor, bir kan gölünün ortasında yatıyordu. Bacaklarının arasından akan kan hepsini dehşete düşürmüştü. Deniz gözyaşları ve kan ter içinde koşarak babasının işsiz kaldığı günden beri her anını geçirdiği kahveye gitti. 

Babası eve doktor getirdi ama çok geçti, yapılacak bir şey yoktu anneleri hamile kalmış, ama bir çocuk daha istemediğinden nereden öğrendiyse şişle çocuğunu düşürmeye çalışmış ve kanamadan hayatını kaybetmişti.

Çocuklar olayın etkisinden uzun süre kurtulamadılar. Sadece annesiz değil, babasız da kalmışlardı. Çünkü babaları bir türlü kendine gelemiyordu. İşsizliğine mi yansın, çok sevdiği Zergül’ü kaybettiğine mi yansın, başındaki 4 çocuğa nasıl bakacağını mı düşünsün bilmiyordu. O dönemi atlatmaları çok güç olmuştu. Babaanneleri onlarla ilgileniyor ama hasta ve yaşlı olduğu için ne yapsa Zergül’ün yokluğunu dindiremiyordu. Annelerinin ölümünden sadece üç yıl geçtikten sonra babaanneleri de belki yorgunluktan belki mutsuzluktan bir gün uyudu ve uyanamadı. 

Mehmet artık tamamen hayata küsmüştü. Eve gelmiyor, geldiğinde çocukların yüzüne dahi bakmıyordu. İş bulmuştu ama ne yaptığını çocukları da tam bilmiyordu. Komşuların getirdiği yemeklerle karınları doyuyor ama bu da Mehmet’in herkese borçlu hissetmesine sebep olduğundan evde gerginlik bitmiyordu. Nihayet babaları evde bir kadın olmadıkça düzen sağlanamayacağına kanaat getirmiş olacak ki bir gün artık başına çocuk derdi açmayacağından emin olduğu Revin’le çıkagelmişti. İşte ne olduysa da o gün olmuştu. Deniz için ailesinin hikayesi orada sona ermişti. 

Minibüste hiçbirini tanımadığı insanların arasında yalnızlığı büyüyen ve nereye oturacağını bilemeyen Deniz’e arka sırada oturan bir kadın seslendi. “Evladım gel yanıma otur. Burada boş yer var.” Deniz ona seslenen kadının yanına geçti oturdu. Van’a giden yolculuk boyunca Deniz ağzını hiç açmadı. O açık kumral saçları, annesi gibi yeşile çalan ela gözlü güzel kadın da onu soru sorup rahatsız etmedi. Ama göz ucuyla Deniz’i kontrol etmeye devam etti. Deniz ise çıktığı yolculuğun, geriye dönemeyeceği evinin, gideceği yeri bilememenin endişesiyle gözlerini tek bir noktaya dikmiş, o noktadan sadece yola bakıyordu. Ne geçtiği sarp vadinin bembeyaz karın altında kalmış güzelliği, ne çocukluğundan beri ardını merak ettiği dağlar umurundaydı. Dün yitmişti, yarın yoktu, sadece o an vardı. O an… Köklerinden koptuğu, kız kardeşlerini ardında bıraktığı o an. Revin’in o son bakışından hafızasına kazınan gözleri geldi aklına. En doğru kararı vermişti. O evde bir an bile duramaz anasının yerine ona ana diyemezdi. 

Minibüs Van’a vardı. Yolcular indi. En sona Deniz kaldı. Yanında oturan kadın da inmişti minibüsten ama ayrılmıyordu da. Şoför Deniz’e “Çocuk yol bitti. Geldik Van’a inmeyecek misin?” deyince kendine gelen Deniz “İniyorum ağabey” diyerek tereddütlü adımlarıyla minibüsten indi. Durdu etrafına bakındı. O sırada minibüsteki kadınla göz göze geldi. Ne kadar da güzel bakıyordu kadının gözleri. Sıcak ve şefkatliydi, tıpkı annesi gibi. Ama yabancıydı. 

Kadın Deniz’e döndü. “Çocuğum seni almaya gelecekler gecikti galiba.” dedi. Deniz kadına baktı. “Birazdan gelirler” diye tersledi kadını. Onun halinden tavrından bu işin içinde bir bityeniği olduğunu hisseden kadının içi rahat etmedi. Geçti bir kenara Deniz’i gizliden izlemeye başladı. Çocuk minibüslerin durduğu yerden ayrılmıyor. Etrafına tedirgin bakıyordu. Onu birisi almaya gelecek olsaydı çoktan gelirdi diye düşünen kadın Deniz’in yanına gitti bir kez daha. “Merhaba… Dilersen önce tanışalım” diyerek elini uzattı. Bir kadının böyle davranmasına alışık olmayan Deniz, şaşkınlıkla elini uzattı. “Ben Aişe. Öğretmenim. Hakkari’de öğretmenlik yapıyordum. Ama bu sömestr tatilinden sonra Ankara’da göreve başlamam için bir yazı aldım. O yüzden Ankara’ya gidiyorum.” dedi. Deniz kadının sıcak sesinden mi yoksa öğretmenlerin her zaman güvenilecek insanlar olduğunu düşündüğünden mi “Ben Deniz. Evi terk ettim. Nereye gideceğimi bilmiyorum. Okumak ve meslek sahibi olmak istiyorum. Sonra Hakkari’ye dönüp kız kardeşlerimi yanıma alacağım” dedi. Aişe Öğretmen, Deniz’in omzuna elini koydu, “Haydi gel bakalım Deniz çocuk” dedi “Şurada bir çay içip, bir şeyler yiyelim ve sohbet edelim.”

Deniz, uçakta yapılan anonsla kendine geldi, eli başını cama yasladığı için üşüyen alnına gitti. Rüya mı gördü, yoksa düşüncelere mi daldı bilemedi. Uçak Van’a iniyordu. Yıllar evvel Aişe anasıyla tanıştığı o yolu bu kez ters istikamette gidecekti. Yollar yine aynı yollardı ama o artık aynı Deniz değildi.

Bu seyahat ona Aişe anasının vasiyetiydi. Onunla Van’dan ayrılıp Ankara’ya geldikleri günden beri ikinci annesi bildiği Aişe, ailesini bulmuş, onlarla hep haberleşmişti. Deniz bunu Zeze’nin düğünü zamanında öğrenmişti. Aişe anası ablasının evlendiğini, dilerse onun o düğüne katılması için birlikte Hakkari’ye gidebileceklerini söylemişti. Ama Deniz’in yüzündeki tokatın acısı hiç dinmiyordu. Babasını görmemek için ne Zeze’nin ne de Asmin’in düğününe gidebilmişti. Babasının ölüm haberini aldığında Aişe anasının hastalığının en zorlu günlerini yaşıyorlardı. O dönem kız kardeşleri ile haberleşmeye başlamıştı ama bugüne kadar yanlarına gidebilmesi mümkün olmamıştı. Aişe anası ona söz verdirmişti, Berfin evlenirken iki eli kanda da olsa Deniz Hakkari’ye gidecekti. Çünkü bundan 13 yıl önce Hakkari’den yola çıkan çocuğun tek isteği kız kardeşleri ile yeniden birlikte olmaktı…

Minibüsün cam kenarında oturan Deniz, daldığı düşüncelerden yine o köprüyü görünce çıktı. Annesi, babaannesi, babası, Aişe anası tutunduğu tüm dalları birer birer hayatından gidivermişti ama Deniz’e adını veren köprü, hala oradaydı… Ardını merak ettiği Sümbül Dağında sarı, kırmızı renkleriyle açan,  ardında bıraktığı ilk günden beri özlediği baharın ve evinin nazlı çiçeklerinin şehri Hakkari ise tam karşısındaydı…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Her ayrılık bir "Veda"yı hak eder...

Kalplerin Kraliçesi Babaanne oldu... (Bölüm 6)