Bir inek sevdim...

Aslında genel olarak hayvanları çok severim ama bana sevmediğim bir tür var mı diye sorduklarında ilk üç sırayı güvercin, inek ve koyun alırdı... Ta ki Fransa'daki fuara katılana kadar...

Herkese komik gelir benim bu sevmediğim türler listem... Gerekçem ise şudur aslında, ben bu üç türü de nedense aptal bulurum. Galiba inek ve koyun sürekli otlayıp geviş getirdikleri için, güvercinler de sürekli ortalığı pislettikleri için aptallık sıralamasında ilk üçe yerleşmiştir bende. İnsanların aptalına tahammülüm olmadığı gibi, hayvanların da aptallarını sevmiyorum işte, yapacak bir şey yok. 
Tam da bu yüzden Fransa'nın en büyük etçil ırklara yönelik fuarına katılacağımızı duyduğumda "Eyvah!" dedim kendi kendime, "ne yapacağım onca ineğin arasında?"


Sommet de l'elevage, Fransa'nın Auvergne bölgesinin Puy de Dome departmanının başkenti Clermont-Ferrand'da her yıl 3-5 Ekim tarihleri arasında düzenlenen bir hayvancılık fuarı. Öyle büyük bir fuar ki Fransızların yanı sıra uluslararası katılımcılardan da büyük bir ilgi görüyor. Sadece büyükbaş hayvanlar değil, küçükbaş hayvanlar ve hatta atlar da var fuarda... Aynı zamanda zirai makinalar, hayvancılıkla ilgili tüm ekipman da bulunuyor fuarda. İnanın 3 gün gez gez bitiremedim fuarı. Bitecek gibi değil ki yemyeşil doğasıyla tam bir hayvancılık başkenti Clermont-Ferrand...


Volkanik bir dağın tepesinden eteklerinde kurulu şehre bakmak...

Fuar organizasyonu, uluslararası katılımcılar için açılıştan bir gece önce gala yemeği düzenledi. Böylece, Puy de Dome denilen volkanik dağın eteğinde kurulu şehre, dağın tepesinden bakma fırsatını buldum.
Doğal dokuyu öyle özenle korumuşlardı ki... Kratere eskiden arabalarla çıkmak mümkünken artık arabanızı aşağıda bırakıp, restorana çıkmak için özel olarak yapılmış trene biniyorsunuz. Kıvrım kıvrım giden dağ yollarında ormanın yemyeşil ağaçları arasında yavaşça ilerlerken şehre de tepeden bakıyorsunuz. Doğaya hasret bir Ankaralı olarak her detayı adeta ezberime almaya çalışarak gözlerimi bir an bile kırpmadan o muhteşem manzarayı izledim.

Trenden indiğimde de başka bir sürpriz bekliyordu, hani deseler inanmazsınız ama ancak görünce inanırsınız ya işte öyle bir manzara... Volkanın ağzındaydım, tam da yanı başındaydı yemek yiyeceğim restoran... Anlatılmaz yaşanır türden bir manzara. Hani volkan sönmekten vazgeçse o an lavlar bizi yutar, o derece içindeyiz aslında kraterin. 1500 metre yükseklikte tertemiz bir hava doluyor akciğerlerime... İçmeden sarhoş ediyor beni. Sabah 4'de uyanmış olmamın, sonra Ankara-İstanbul-Lyon-Clermont-Ferrand arası seyahatin verdiği yorgunluk yavaş yavaş çıkıyor ortaya. Keşke diyorum şurada sadece bir restoran yapacaklarına bir de pansiyon gibi bir yer yapıverselermiş, en güzel uykularımdan birini uyurmuşum. Ama maalesef sadece Fransızların kendilerine özgü damak tadından çeşitli örnekleri tattıktan sonra geri aşağılara inmek zorundaydım uyumak için... Karidesler, somonlar, etler neyse de tadı damağımda kalan tek lezzet, profiterole veya eklere benzeyen hamurun içindeki kahveli kremasıyla elbette ki bir tatlıydı... Zaten bana tatlı verin yemeğe gerek kalmaz. Ana besin kaynağım, tatlılar, pastalar, börekler ve abur cuburdur benim. Bu açıdan da Fransız pastaneleri, fırınları tam bir cennetti benim için, midem bildiğin parti yaptı, keklerle, turtalarla, ekmeklerle...


Clermont-Ferrand aslında küçük bir şehir. Bir meydanı var Place du Jaude diye. Çok fazla alışveriş merkezleri yok şehrin içinde, tek alışveriş merkezi meydanın hemen kenarında. Olan tüm diğer avmler ise şehrin dışında. 300 bin nüfuslu kentte 15 bin kadar Türk nüfus da var. Hatta bizi orada çok güzel ağırladılar. Zaten inanın yurtdışına gittiğinizde Türkiye'den geldiğinizi duyan hiçbir gurbetçi sizi yalnız bırakmaz. Ellerinden gelenin fazlası bir misafirperverlik gösterirler. Öyle ki mahçup olursunuz. 
Şehrin içinden bir tramvay hattı geçiyor. Önemli tüm yerlere ulaşım bu hatla sağlanıyor. Hatta şehrin ana ulaşım ağını  bu tramvay oluşturuyor desem yanlış olmaz. Şehrin içi de etrafı gibi yemyeşil. İnanılmaz sakin bir hayat var Clermont-Ferrand'da. Sadece perşembe akşamı üniversite gençliğinin özel eğlence gecesiymiş. Onun dışında genellikle sakin geçermiş geceler şehirde. Ünlü matematikçi Blase Pascal'ın doğduğu şehirde onun adını taşıyan bir üniversite de bulunuyor. Ayrıca ünlü lastik markası Michelin'in de merkez fabrikası bu kentte... Hayvancılık, özellikle peynir üretimi ve şarapçılık bölgede gelişmiş. Bir de meyve şekerlemeleri ünlüymüş ama ne yazık ki tatmak kısmet olmadı.


İnek dediğin bizdekiler gibi sıska çökelek tipli olmuyormuş meğer...

Hani aslında çok da çiftlik görmüşlüğüm filan yok Türkiye'de ama işte bir yerden bir yere giderken gördüğümüz inekler, danalar, boğalar böyle zayıf, sıska, kara kuru ve hatta pistir ya, işte ondandır benim bunları sevmemem. Öyle aptal aptal ot yiyip, geviş getirip bir halta benzemez gelirler bana. Ama daha fuarın kapısında amma önyargılıymışım arkadaş dedim kendi kendime. Birbirinden güzel, besili, tertemiz inekleri, buzağıları, danaları görünce hangisinin fotoğrafını çekeceğimi bilemedim, şaşırdım kaldım. Bana deseler ki "Elif bir gün gelecek inekleri hayran hayran fotoğraflayacaksın" onlara dönüp "Hahaha öldürmeyin beni gülmekten" der bir de güzel terslerdim. Ama ne demişler, olmaz olmaz deme, olmaz, olmaz...
Öyle inek, boğa deyip de geçmeyin. Meğer onların da farklı farklı cinsleri varmış, Brown Swiss, Blanc d'aquitane, Limousine, Charlois vb gibi. Tatlarına bakamadım ama görüntüleri harikaydı doğrusu. Bu arada ben bilmezdim meğer boğa da yermişiz biz... Aslında bilmeliydim ama... Kurban Bayramında sokaklarda koşuşturan boğa hikayelerinin haberleriyle büyümedik mi? Hala bile boğa ile kesim mücadelesi veren acemi kasapların kaza haberleriyle dolu olmaz mı bayram ekranı. Böylesini hiç görmemiştim haberlerde 1500 küsur kiloluk bir boğa gördüm, görmekle kalmadım sizin için fotoğrafını da çektim.

Yavrularını emziren anne inekler, annelerinin dizinin dibinde uyuyan minikleri gördüm içim cız etti onlara... Galiba Oscar'ın da etkisi büyük benim tüm hayvanları sevmeye başlamamda. Hepsinde ondan bir şey buluyorum, sevimli geliyorlar bana. Hiç zarar gelmesin istiyorum canlarına. Allahtan hiç kesimlerine şahit olmadım, bir an bile getirmedim aklıma onların yenilmek üzere beslendiklerini de gezebildim fuarı seve seve...

Hijyen kuralları mı? Onlar sadece Türkiye'de...

Programda bir de işletme ziyareti bölümü vardı. İlk ziyaret edeceğimiz işletme süt işleme tesisiydi. Fuar alanından otobüsle hareket ettik. 1000 metre yükseklikteki bir çiftliğe geldik. Otobüste bize çizme şeklinde galoşlar dağıttılar. Ben de kendi kendime soruyordum "Sadece galoşla hijyen nasıl sağlanacak?" Biz Türkiye'den gelen ekip temkinliydik, ahırlar, çiftlikler inanılmaz derecede hayvan ve hayvan pisliği koktuğu ve bu kokuda insanın üstüne sindi mi çıkmak bilmediği için beyaz bonelerimiz, beyaz önlüklerimiz de yanımızdaydı. İşletmeye girmeden önce biz tam takım beyazlara büründük. Diğer ülkelerden gelenlerse sadece galoşlarıyla duruyordu. Ben de hala kendime hijyen nasıl sağlanacak diye sorup duruyordum. İşletmeye girdiğim an cevabımı da aldım. Aman tanrım ne kokuydu arkadaş, hala burnumda... Hele o manzara... Aman aman... Çamur sandığım herşey bir de hayvan dışkısı çıkmaz mı? Duvarlar, yerler, bidonla heryer pislik içindeydi. Hatta inekleri sağma makinasını süt kazanına bağlayan boruların üstünde gördüklerimin ne olduğunu ancak neredeyse burnumu dayayana kadar yapıştırınca idrak edebildim. Sinekler borularla öyle bütünleşmişti ki insanlar gelmiş uçalım bi zahmet bile demiyorlardı. Tabii dakikasında terkettik orayı. Ama organizasyon görevlisine de sordum "Örnek işletme bana çok da örnek gibi gelmedi, yani temiz diye tanımlayamayacağım ben burayı... Hijyenik mi acaba diye bile soramıyorum da hani merak ettim sütteki bakteri oranı nedir acaba?" kızcağız kalakaldı, doğal ortamda otluyorlar vs gibi şeyler söyledi ama o cevabını verirken ben mekanı terketmiştim bile... Ahh nerede bizdeki hijyen kuralları? Sonraki tüm işletme ziyaretlerimizi iptal ettik... Öyle bir pislik yani...

Atların Aşkı Büyük Olur...

Fuarın bir bölümü de yük atlarına ayrılmıştı. Hani biraz kaba olacak belki ama "at gibi kadın" derler ya işte bu atları görünce anladım neyi kastettiklerini... Hiç öyle yarış atları gibi ince uzun bacaklı değildi bu atlar, ama en az onlar kadar güzellerdi...
Hele bana bu pozu veren o müthiş atlar... Bana "İşte AŞK..." dedirttiler. Yan yana yürürlerken o kadar uyumluydular ki dakikalarca onları izledim. Sonra durdular. Göz göze geldik. bana baktılar ve işte tam o anda bana hep özlediğim bu resmi verdiler. Ne güzel, ne duygulu hayvanlardır atlar... Köpekler benim için ayrı bir yere sahiptirler, 2. sırada ise atlar sonra da yunuslar gelir en sevdiğim hayvanlar listesinin başında...
Fuarda atlar kalbimdeki yerlerini iyice sağlamlaştırdılar. Hele annesiyle beraber koşan, şov yapan minik tay... Ne güzeldi...

İnsanoğlunda olduğu gibi hayvanlar aleminde de her duyguyu aşan, en özel ilişki anne ile yavrusu arasındaki ilişki galiba...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kalplerin Kraliçesi Babaanne oldu... (Bölüm 6)

Bir küçük cadı...