İlk hayatımda ben neydim acaba?
Hani varsa eğer dünyaya yeniden gelme, ölüp ölüp yeniden dirilme, ruhun sonsuz yaşayıp, farklı bedenlerde yeniden dünyaya gelmesi, o vakit bundan önceki hayatımda ben neydim acaba? Asilzade ya da inek ?
Yine bir cuma akşamı, yine adresimiz Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası... Bu kez Barok Müziğin örneklerini dinlemek üzere salonda yerimizi aldık. Şef Raoul Gruneis yönetimindeki orkestranın bu seferki konseri de yine bizi çok etkiledi. Herhalde ne müthiş çaldıklarını, muhteşem bir dinleti olduğunu söylememe gerek olmaz.
Konserin iki solisti vardı. Bir de 1740 doğumlu viyolonsel... Evet evet yanlış yazmadım tam 273 yaşında bir viyolonsel. Yaşlı olmasına rağmen öyle muhteşem bir sesi vardı ki Mauro Valli'yi ayrı, onu ayrı alkışladım.
Maurice Steger ise blok flütle sahneye çıkınca bir güldük hepimiz önce. Ama sonra herkes ağzı açık izledi ve dinledi kendisini. Karşımızda Pan vardı.
"Anammmm" dedim "Blok flütü böyle de mi çalmak mümkünmüş". Blok flütten yıllarca boru sesi çıkartmış ben duydum ki meğer kuş seslerine benzermiş blok flüt sesi. Hani kulak sıfır ama anladım yani aradaki farkı, gel de anlama... Kaç uçurum var, ne uçurumu var ya Büyük Kanyon geçer benim çaldığım flütle bu dinlediğimin arasından. Hani baksan adamın flüt de benim okuldayken hep aldığım siyah flütten, yani bende sanatçı zevki vardı da kulağı hiç olamadı maalesef. Zira solfej derslerinde "Siiiii........saaaa......." derken herkes, ben "Siii.....Saaaaarppppp" derdim, o zaman hoşlandığım çocuğun adını söyler dururdum da müzik öğretmenim bir anlam veremezdi bu garip hallerime, si'yi fa'dan mi'yi la'dan ayırt edemeyişime.
Söyleyeyim orkestrada en neşeli iş flüt çalmak. Öyle Pan gibi kıpır kıpır oynayabiliyorsun, zıp zıp zıplıyıp, hop hop hopluyorsun da kimse yadırgamıyor. Hatta sempatik gözüküyor. Şef de "Sus çocuğum, otur yerinde çal " demiyor. Hatta sen öyle zıplayıp, hoplayıp verdikçe coşkuyu o da bir zıplıyor senle, yaramaz çocuklar sahnede dedirtiyorsunuz.
Vallahi flütü dinledikçe Bir Yaz Gecesi Rüyasındaki perilerle oynadım, çayır çimende, kelebek kovaladım, çiçekleri kokladım.. Börtü böcekle arkadaşlık ettim. Ohh hafifledim, rahatladım. Rahatladım da hiç anlamadım, ben huzuru niye hep çayır çimende buluyorum? Hani varsa ilk hayatımda inek filan mıydım acaba?
Müziğin ruhuna kendimi kaptırdıkça perilerin yanından ayrıldım, Barok saraylarına doğru yola çıktım. "Ohh" dedim "İnek değil bir asilzadeymişim meğer ben"... Kabarık eteğinin içinde koca poposunu güzelce saklayan, alttan destekli korse sayesinde de harika bir göğüs dekoltesine sahip, kontes, lady, yok yok yok o kadar oralı hissettim ki kendimi olsam olsam prenses olurum yani. Kocaman bir salonun ortasındaydım. Muhteşem güzellikteki salon yaşları benimle yakın kızlı erkekli grupla doluydu.
O muhteşem döşenmiş salonda danslar ettik kızlı erkekli...Tabii ben yine herkes uslu uslu dansını ederken partnerime gülüp durdum, etrafımdaki evde kalmış kız kurularıyla dalgalar geçtim, herkesin bana kızgın bakışlarından kendimi attım güllerle dolu bahçeye...
Evet evet yine kaçtım çayır çimene.Var var, benim çayır, çimenle, çiçekle böcekle bir derdim var. Daha doğrusu onlarla rahatladığıma, huzur bulduğuma göre ruhumun derinlerinde bir yerde ineklik var.
Boşa değil yani her tren geçerken dilek tutmam, ıspanağa, pazıya, marula, maydanoza düşkünlüğüm...
Prenses olarak bile sarayda en ufacık bir sıkıntı hissettiğimde çayıra çimene koşuyorsam var bu işte bir sakatlık...
mutlaka hoş tatlı bişiydin.
YanıtlaSilne ineği yaaa.
keyfin yerinde miii.
:)
:)) teşekkür ederim...
Silkeyfim senin güzel sözlerinle yerine geldi iyice..